Gelibolu: Bayraklı Dede Hallacı, Mansur, Ahmed’i Bican, Muhammed’i Bican Hazretleri


Zafer Anıtı ve Çanakkale Şehitleri


Anafartalar ve Conk Bayırı


Mehmetçiğe Saygı Anıtı: 25 NİSAN 1915 günü conk bayırında Türkler ve birleşik kuvvetleri arasında korkunç siper savaşları oluyor. Siperler arasında 8-10 metre mesafe var, süngü hücumundan sonra savaşa ara verildi. Askerler siperlerine çekildi. Yaralılar ve ölüler toplanıyor. İki siper arasında açıkta ağır yaralı ve bir bacağı kopmak üzere olan İngiliz yüzbaşısı avazı çıktığı kadar bağırıyor, ağlıyor, kurtarın beni diye yalvarıyor. Ancak hiçbir siperden, kimse çıkıp yardım edemiyordu. En küçük bir kıpırdanışta yüzlerce kurşun yağıyordu. Bu sırada akıl almaz olay oldu. Türk siperlerinden beyaz bir iç çamaşırı sallandı. Arkasından aslan yapılı bir Türk askeri silahsız olarak siperden dışarıya çıktı. Hepimiz donup kaldık. Kimse nefes alamıyor ona bakıyorduk. Asker yavaş adımlarla yürüyor. Siperdekiler kendisine nişan almış bekliyordu. Asker yaralı İngiliz subayını okşar gibi yerden kucakladı, kolunu omuzuna attı. Ve bizim siperlere doğru yürümeye başladı. Yaralıyı usulca yere bırakıp geldiği gibi kendi siperlerine döndü. Teşekkür bile edemedik. Savaş alanlarında günlerce bu kahraman Türk askerinin cesareti, güzelliği ve insan sevgisi konuşuldu. Dünyanın en yürekli ve kahraman askeri Mehmetçiğe derin sevgi ve saygılar. ÜSTEĞMEN CASEY. (Sonra Avustralya genel valisi oldu)


57 inci Alay Şehitliği


Sargı yeri ve Sığın dere Şehitliği


Ezineli Yahya Çavuş Abidesi


Seyyid Onbaşı ve Abidesi: 276kg ağırlığındaki mermiyi sırtlanarak topun ağzına sürüp, düşman gemisini batıran Rumeli mecidiyesinden yiğit Mehmetçik.


Sahte 100 Lira: Muzaffer Çanakkale’ye vardığında harp durmuştu. Muzaffer birliğinin alay karargâhında görevliydi. Alay’ın kamyon ve otomobil lastiği ile diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul’dan sağlanabilirdi. O devirlerde her şey “itimat” ile yürürdü. Muzaffer açıkgöz ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah, gerekli malzemenin teminine onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde Erkan-ı Harbiye Riyaseti’ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler. O yıllarda İstanbul’da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy de bir Yahudi’de istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az sonra yaşlı bir kaymakam Yarbayın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında hazır olda duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan ,”Ne alınacak” dedi. “ kamyon lastiği” cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffere dik, dik baktı: “ bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git, insanı günaha sokma para mara yok! Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti’nin ( bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden dışarıya ağır, ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay’ın ihtiyacı vardı. Elindeki ( Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş dönemezdi, bir çaresini bulmak lazımdı... Muzaffer bunları düşüne, düşüne Beyazıt Meydanı’na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü aradığı çareyi bulmuştu. Doğru tüccar Yahudi’nin yanına gitti:


“ Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek, ezandan sonra gelip malları alamam, gece kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale’ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin...” Tüccar “peki” dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti. “Altın para vermiyorlar kâğıt para verecekler”


Yahudi yine “peki” dedi. Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi’nin kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime ( yüz liralık kâğıt para) verdi. Araba dörtnal Sirkeci ’ye yollandı. Malzeme gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi Çanakkale yolunu tutmuştu. Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası’na gitti. Bozmadılar zira elindeki para sahte idi.


Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kâğıdın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek şekilde taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının üzerindeki yazılar arasında bir de şu ibare bulunuyordu: “ Bedeli Dersaadet’te altın olarak ödenecektir. ”Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı: “ Bedeli Çanakkale ‘de altın olarak ödenecektir.” Onun burada altın dediği Çanakkale’de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.


Sahte paraya gelince... Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez. Ancak olay bütün İstanbul’da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade Halim Efendi ’in kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.


Benim Gözlerim Göreceğini Gördü: O gün Boğaz tabyaları arasında en çok iş gören ve en çok hasara uğrayan Rumeli Mecidiyesi Bataryası oldu. Cevat Paşa, tabyanın feci durumunu haber aldığı zaman yine motora atlayıp Çimenlik İskelesi’nden karşı sahile hareket etti. Cephaneliği berhava olan tabyanın durumu hazindi. İstihkâm yıkıntıları arasında dolaşmakta olduğu sırada bir ağacın altına uzanmış olan bir askerin hali dikkatini çekti ve yanına gidip “ Ne var evlat ?” diye sordu. Nefer hemen yerinden fırlayıp esas duruş vaziyeti aldı. Çünkü sesi tanımıştı. Ama gözleri başka tarafa bakıyordu. “ Gözlerine bir şey mi oldu oğlum?” O zaman nefer tok sesiyle “ Üzülmeyin efendim” diye cevap verdi. “ benim gözlerim göreceğini gördü” ( Evet düşman gemilerine tam isabet kaydedilmiş ve “Ocean” destroyeri hareket edemez hale getirilmişti.) Cevat Paşa sessiz, sessiz ağlıyordu. Sağ Kolumu Kaybettim Ama Sol Kolum Var: Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük kahramanlarından biride Bombacı Mehmet Çavuştu. Bu kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu: "Sağ kolumu kaybettim, zararı yok, sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni müteessir eden ve yine kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affedeniz muhterem kumandanım." İşte O Şehit Benim: Bir gün sargı yeri şehitliğini ziyaret eden misafirlere bir rehber, oralarda cereyan eden olayları o kadar canlı o kadar yaşanmış bir halde anlatıyordu ki dinleyenler gözyaşları ile ağlıyorlardı. Sıra bir Mehmetçiğin nasıl şehit olduğunu anlatmaya gelince hıçkırık sesleri biraz daha arttı. Misafirlerin ağlamaktan gözleri kanlanmıştı. Konuşmanın sonuna gelindiğinde rehber bir ara sustu ve durdu, Son sözlerini söyleyecekti ve şöyle dedi. ‘Kardeşlerim işte anlattığım o şehit Mehmetçik bendim dedi ve gözden kayboldu.


ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE


Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!


Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.


Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhidi...

Bedri’n aslanları ancak, bu kadar şanlı idi


Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.


“Bu, taşındır” diyerek Kâbe’yi diksem başına;

Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;


Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,

Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber.


MEHMET AKİF ERSOY